Taner Akçam'la "soykırım" üzerine
Ertan Gün
TORONTO
ertangun@hotmail.com
 |
Taner
Akçam |
Taner Akçam'la
yaptığımız söyleşide sorularımızı şöyle yanıtladı:
- Konferanslar
verirken, akademik tarihçi kimliğiniz dışında, herhangi bir vakıf,
parti veya derneğin sözcülüğünü üstleniyor musunuz?
- Ben aktif
siyaseti 1986 yılında bıraktım. 80'li yıllarda, PKK ile çok maceralı
bir dönemim oldu. Solun içinde demokratik bir yapının oluşması için
çalışıyor, sorunların şiddet temelinde çözülmesine ve siyasette
şiddete karşı çıkıyordum. PKK'nin hedefi oldum. Siyasal hareketim
içerisinde, çok sevdiğim birkaç arkadaşım PKK tarafından öldürüldü.
Ve ben doğrudan siyasetle ilişkimi bıraktım. Şüphesiz, siyasi konularda
da bir şeyler yazdım ve hâlâ da yazıyorum, ama doğrudan siyasetle
ilgim yok. 1988'den beri akademik olarak çalışmalarımı sürdürüyorum.
- Seminerlere
genellikle sizi Ermeni kökenli kurumlar çağırıyorlar, öyle mi?
- Amerika'da
öyle.
- Avrupa'da?
- Öyle değil.
-
Türk tarihçilerinden ya da derneklerinden bu tür talepler geliyor
mu?
- Almanya'da
Türk derneklerinden geliyordu. Bunun dışında üniversitelerden seminer
talepleri sürekli geliyor.
-
Toplantılarınızda Türkiye'ye de bir mesaj vermeye çalışıyor musunuz?
- Hayır, hayır.
Herhangi bir mesajım yok. Yani öyle çok amaçlanmış bir hedefe yönelik
yaptığım bir şey yok. Son dönemde toplantı serilerinin yapılmasının
nedeni, yeni çıkan kitabım içindi. İngilizce ilk kitabım yayınlandı.
Kitabımın basılmasında Zoryan Enstitüsü'nün önemli katkıları oldu.
Onların yardımı olmasaydı, ben bu kitabı yayımlayamazdım. Sonra
da kitabın tanıtımı için toplantılar düzenlendi, adet böyle. Yayınevi
kitabını tanıtmak için yazarını gezdirerek, kitabını tanıtıyor.
Ben de kitabı tanıtma toplantıları yaptım, hepsi bu kadar.
-
Kanada'daki Toplantılarınızın, 21 Nisan'da Kanada Parlamentosu'nda
tanınan "Ermeni soykırımı Yasa"sından 1
ay sonrasına denk gelmesi tesadüf mü?
- Şüphesiz ki,
tesadüf. Haberim bile yok. Yani o tür politik olaylardan dolaylı
olarak haber alıyorum. İşin o yönüyle ilgilenmiyorum. Ayrıca şöyle
bir şeye de dikkat ediyorum; Ermeni örgütlerinin muhtemel kendi
programları ve politik takvimleri var. Bu tür toplantılara davet
edildiğim zaman, konuya, içeriğe ve gündeme bakarım. Ancak kesinlikle
ve kesinlikle, bazı Ermeni örgütlerinin politik takvimlerinin içinde
veya bir kenarında değilim. Olmak da istemem. Davet aldığım zamanlar,
öncelikle bu konuyu hatırlatırım kendilerine.
-
Siz tarih bilimiyle ilkin ilgilendiğinizde, doğrudan Ermeni tarihini
mi araştırdınız, yoksa karşınıza Ermeni konusu çıktığı için mi ayrıntıya
döktünüz ?
- Öncelikle
benim ilk çalışmam 1988 yılında, Osmanlılarda ve Türkiye'de işkence
tarihi idi. Bu çalışmanın bir ürünü olarak, 'Siyasi Kültürümüzde
Zulüm ve İşkence' diye kitabım çıktı. Bu çalışma kapsamında
19. yüzyılda Osmanlı toplumunda işkence ve şiddet konusunu araştırırken
Abdülhamit dönemi üzerinde durdum. O dönemi okurken 1894-1896 yıllarındaki
katliamlarla karşılaştım. Bu 2 yıl içerisinde, 12-13 vilayette,
Abdülhamit'in organize etmesiyle 100 binin üzerinde Ermeni öldürülmüş.
Ondan sonra da ilgim arttı tabi ki. Zaten her Türk'ün, entelektüelin
bu konuda merakı var… Herkes bu konuya "karışık ve karanlık
konular" olarak bakıyor. "Galiba bir şeyler olmuş",
"Bir şeyler olmuş ama her iki tarafın da suçu var galiba",
"Ermeniler de az yapmamış" falan gibi, ortalama
kanaat sahiplerinden birisi de bendim. Konuya ilgimin artması, başkaca
tesadüf şeylerle de birleşince 1991'den beri çalışıyorum.
-
Etnik kökeninizi tanımlar mısınız? Etnik kökeninizin çalışmalarınızda
yanlı davranmasına ne derece izin veriyorsunuz?
- Bu da çok
ilginç, yeni moda oldu zaten. Eskiden yoktu böyle şeyler. Son 10-15
yıldır, Sovyetlerin çökmesinden sonra etnik köken modası oldu. (Gülerek)
Herkes etnik kökenine bakıyor. Vallahi ben çok safkan bir Türküm.
Ahıska Türkleri derler bize Kars'ta. Ve, bizim sülalemizden birilerinin
Ermeni çeteleri tarafından öldürülmüş olabileceği ihtimali de oldukça
kuvvetli. Ama bu tür şeyler benim için hiç önemli değil. Ben sonuçta
bir akademisyenim ve bilim adamı olarak konuyu araştırıyorum.
- "Anadolu'da
Ermeni soykırımı olmuştur" diyen ilk Türk tarihçisi siz misiniz?
- Bildiğim kadarıyla
benim. Ama dikkatli olmak lazım; birisi çıkar "falan yerde,
feşmekan kişi, daha önce akademik bir çalışma yapmıştır" diyebilir.
Ama şu kesin ki, bu konuda ilk Türkçe kitabı yayınlayan benim. Bu
konuda, ilk Türkçe konuşan da benim.
- Tarihle
siyaset birbirine bağlı konular, pek ayrılmıyor, Türkiye'nin
"soykırım"ı kabul etmesi durumunda, ne gibi kazançları
ve kayıpları olur sizce?
- Herhangi bir
kaybı olabileceğini zannetmiyorum. Kazancı olur. Yani uluslararası
platformda prestiji artar. Örneğin, Almanya kendi tarihi üzerine
konuşuyor diye, kimse Almanya'yı suçlamıyor. Aksine Almanya örnek
olarak gösteriliyor. Almanya örneğinin diğer ülkeler tarafından
devam ettirilmesi isteniyor. Türkiye'nin "soykırım"ı kabul
etmesi, Türkiye'nin demokratikleşmesi açısından çok çok önemli.
Çünkü, demokratik bir kimlik; hoşgörüye, kardeşliğe, eşitliğe dayanan
bir kültürdür. Bu da ancak tarihteki bu tür haksızlıkların üzerini
açıp konuşmayla başarılır. Sen yediğin haltların üstünü örterek,
iyi bir insan olmayı beceremezsin. Ancak ve ancak yediğin haltları
toplum olarak konuşmayı başarırsan, bir daha aynı haltları yemezsin.
Toplumlar, tarihte işlemiş oldukları kötü davranışları konuşmadıkları
ve bunu dillendirmedikleri sürece, aynı şeylerin yeniden ortaya
çıkma şansları artar… Türkiye'de yeniden bir 'Susurluk Olayı'
zor olur. Çünkü, 'Susurluk' üzerine Türkiye çok konuştu.
Eğer Ermeni ve Kürt meselesi üzerine vaktiyle Türkiye'de daha rahat
konuşulabilseydi; bir Susurluk olmazdı, Kürt meselesi bu boyutlara
gelmezdi. Yani toplumların sorunlarını demokratik kanallarla çözebilmesi,
tarihte yaşanmış olayların açıkça konuşabilmesiyle doğru orantılıdır.
Demokratikleşme sürecinde Türkiye'nin 1. kazancı bu olacaktır. 2.
kazancı ise, Türkiye bu konuda çok para kazanır. Anadolu'da bugün
hâlâ Ermeni kültürünün izleri var, Ani şehri var örneğin. Kars'ta
çok büyük ve muhteşem bir abide. Giderseniz oraya girmek yasak.
Jandarmadan özel izin alıyorsunuz, gidip gezdiğiniz zaman, bu antik
şehrin içerisinde tek bir Ermeni kelimesi göremiyorsunuz. Yani en
basiti, bırak Ermeni "soykırım"ını kabul etmeyi,
aradaki ilişkilerin düzelmesi açısından, Ani şehrini restore edip,
turizme açtığı zaman yılda milyonlarca dolar gelir elde eder. Ermenistan'la
ilişkilerin geliştirilmesinde olumlu adımlar atılır. Uluslararası
planda, özellikle Amerika'da son derece güçlü bir Ermeni lobisine
sahip olursunuz, bunların büyük kısmı orijin olarak zaten Türkiye'den
gelen insanlar. Örnekleri çoğaltmak mümkün, sonuçta kazancınız olur,
başka bir kaybınız olmaz.
[Kars'ın
44 kilometre doğusundaki Ani Harabeleri'nin çevresindeki yasak bölge,
Bakanlar Kurulu kararı ve Genelkurmay Başkanlığı'nın onayı ile kaldırıldı.
Harabeleri görmek isteyen yerli ve yabancı turistler artık izin
almadan ve kimlik bildirimi yapmadan tarihi eserleri gezebilecek.
Şimdiye kadar yasak olan fotoğraf ve kamera çekimi de yapılabilecek.
5 kilometrelik bir alanı kapsayan Ani kentinde on kilise, bir saray,
iki cami, bir köprü ve bir de kervansaray bulunuyor. Kuruluşu milattan
önce 130'lu yıllara dayanan Ani kenti, uzun yıllar Ermenilere başkentlik
yapmış. Kaynak: 31 Nisan 2004 tarihli http://www.ntvmsnbc.com -
Ertan Gün]
- Peki Ermeni
Toplumu açısından ele alalım; bilinçli veya bilinçsiz "Ermeni
soykırımı olmuştur" diyen Ermeniler ne kazanıyorlar ?
- Herhangi bir
şey kazanmak için söylemiyorlar ki… Çok basit bir sorunları var.
Sonuçta bunlar, çoğunlukla amcasız, dayısız, teyzesiz büyümüşler.
Annelerinin ve hayatta kalmış akrabalarının, gizli köşelerde belli
tarihlerde ağladıklarını görerek büyümüşler. Dolayısıyla onların
hikâyelerini dinlerseniz, meseleyi daha rahat anlarsınız. Elbette,
bir takım politik örgütler, bu meseleyi politika aracı olarak kullanıyor
olabilirler; ama sonuçta hiç bir topluluk "vay bana tarihte
böyle bir şey yapılmış, ben bunu nasıl kullanırım" diye oturup
kalkıp hesap yapmaz. Şu andaki en büyük problem, esas olarak kendilerine
yapılmış olan bu tarihi haksızlığın kabul edilmiyor olmasıdır. Cinsel
taciz ve ırza geçme konusunda yapılan çalışmalardan biliyoruz, bu
tür saldırılara maruz kalan kadınlar da benzeri sorunlarla karşılaşırlar.
Bu tür saldırıya uğrayan kadınlar açısından en büyük sorun, kendilerine
yapılan kötülüğün, başkaları tarafından kabul edilmiyor olmasıdır.
Kadının suçlanması çok yaygındır: "Senin de kabahatin yok
mu" diye. Toplum psikolojisi de bunun gibi… Dolayısıyla,
en önemli adım; aynen bir saldırıya uğramış kadının iyileştirilmesinde
olduğu gibi, ilk önce bu topluluğun böylesi bir haksızlığa uğradığını
kabul etmemiz gerekir. Bu bağlamda, şu andaki Türk Ermeni ilişkileri
açısından en önemli problem, Ermeni topluluklarının başına gelenlerin
Türkler tarafından bilinmiyor olmasıdır. Bizim, onların bu hikâyelerini
"bilir" hale gelmemiz ve kendilerini dinlemeye hazır
olduğumuzu göstermemiz gerekiyor. Daha sonra, Ermeni intikam eylemleri
vb. gibi diğer sorunları, daha rahatlıkla konuşabiliriz.
- Tarihçileri
okurken, "soykırım" için bazen 1915-1917, bazen de 1915-1923
tarihleri kullanıldığını görüyorum. Hangisinin doğru olduğunu öğrenebilir
miyim?
- Öğrenemezsin.
Çünkü bu konuda herkes sana değişik cevap verir.
- Size soruyorum.
- Ben 1915-1917'yi
kullanıyorum. 1918-1922 yılları arası Kafkaslarda yaşananların
"soykırım"ın devamı olarak tanımlanması, bana pek
doğru gelmiyor. Genel olarak popüler düzeyde ve Ermeni örgütlerin
propagandalarında daima 1915-1923 diye yazılır. İşin propaganda
yönü beni pek ilgilendirmiyor. O yönü çok önemli değil. Önemli olan,
bu konuda ciddi bir tartışma yapıldığı zaman soru şu olur: "1918-1922
döneminde Kafkaslarda yaşananlar, 1915-1917'nin devamı sayılabilir
mi, sayılamaz mı?" Sovyet kayıtlarına göre, Kafkaslarda
2-3 yıl içinde öldürülen Ermeni sayısı 200 binin üzerindedir. O
da inanılmaz derecedeki bir katliamdır. Fakat aynı dönemde, oralarda
Müslüman katliamları da vardır. Kişi olarak ben, onların sadece
intikam eylemleri olarak açıklanması taraftarı değilim. Şu anda
bu konu üzerinde bir şeyler okuyup, yazıyorum. Gerçi bu konu üzerinde
çok ciddi bir çalışma yok. Bu konuda en büyük problemimiz; hâlâ
bu konu üzerinde çalışan insanlarımızın "tencere dibin kara,
seninki benden kara" gibi bakıyor olmalarıdır. Yani hiç
kimse, belli bir mesafede durarak sakin ve rahat konuşma taraftarı
değil. Onun için de, çok ciddi verilerimiz ve çok ciddi rakamlarımız
yok elimizde. 1915-1923 tarihleri arasında olanları düzenlilik ve
süreklilik olarak görüp, onun "soykırım"ın 2. veya
3. aşaması olarak açıklayan tarihçiler var. Bunu, 1918 sonrası bölgede
görev yapan Türk subaylarının bile, 1915 temizliğini yapanlarla
aynı olmasına da dayandırıyorlar. Gerçekten ortada böyle bir süreklilik
var, ama bana göre 1918-1922 arası daha çok karşılıklı etnik temizlemeye
uyuyor. Yani özellikle 1919 sonrası, Ermeni birliklerinin, yenilen
Osmanlı ordularının yerini almaya başlaması ile birlikte, her iki
taraf da, kendisi için devlet sınırı diye seçtiği alanın içerisindeki
Ermeni ve Müslüman'ı karşılıklı olarak yok etmek ve sürmek istedi.
Tabi ki Türkler çok kuvvetli olduklarından, çok daha fazla Ermeni'yi
yok etti.
- Bir de
"soykırım"ın sayıları üzerinde çok tartışma var: 1,5 milyon
deniyor, 800 bin deniyor, 1 milyon 100 bin deniyor.
- Bu da çok
önemli değil. Çok anlamsız bir tartışmadır. Akademisyenlerin çok
güldüğü konuların başında, rakamlar üzerine tartışma yapanlar gelir.
Yani 1 milyon değil de, 800 bin olsa, "soykırım" olmamış
mı olacak?! 600 bin olsa yok mu sayılacak?! 600 bin insan bu!...
Havuçtan, salatadan, hıyardan bahsetmiyorsunuz. Ali Sami Yen stadyumu
20 bin kişi alıyor, bu stadı 30 defa doldur, boşalt. Doldur, boşalt
ve her seferinde öldür bu adamları, öyle düşün. Yani sonuçta; kabak,
kavun, patlıcan, salata kesmiyorsun, insanlar üzerine konuşuyorsun.
1948'de Birleşmiş Milletler, "soykırım"ın tanımını
yaparken "şu kadar olacak" diye bir sayı vermez
ki! Yugoslavya'da bile 7 bin Boşnak Müslüman öldürüldü diye, bir
Sırp generali "soykırım" suçundan ceza aldı. Dolayısıyla
rakamlar çok önemli değil. Hangi rakam var? Vallahi bir tane resmi
rakam var ortada. O da Osmanlı resmi rakamıdır; 1919'da Osmanlı
Dahiliye Nezareti'nin (İçişleri Bakanlığı) resmi açıklamasıdır.
O dönem bir komisyon kurmuşlar ve komisyon 3 ay araştırma sonucunda
karar vermiş: "Bizim 1. Cihan Harbi'nde öldürülen Ermeni
sayısı 800 bindir" demiş. Bu Mustafa Kemal'in kullandığı
sayı, bu Damat Ferit'in kullandığı sayı. Yine 1927 yılında
Genel Kurmay Başkanlığı'nın çıkarmış olduğu '1. Cihan Harbi'nde
Kayıplar' adlı bir kitabı var, bu kitapta da 800 bin sayısı
verilmiş. Ayrıca Türk Tarihçisi Yusuf Hikmet Bayur, kendi
eserinde "bu sayılar doğrudur" diye yazar ve bir
de dip not düşer, "elimizdeki bilgilere göre" diye.
- Birleşmiş
Milletlerin yaptığı "soykırım" tanımında, 1948'den sonraki
olaylara mı "soykırım" deniyor, yoksa önceki olaylar da
bu konunun kapsamına giriyor mu?
- Bu konunun
2 boyutu var. Tanım olarak kullanabilirsiniz. Nitekim, TARC (Türk
Ermeni Barış Komisyonu) geçen aylarda uluslararası bir hukuk enstitüsüne
başvurmuştu. Aslında başvuruyu Ermeni tarafı istemiyor, karşı çıkıyordu.
Türk tarafının dayatması ile başvuru yapıldı. Gündüz Aktan,
"soykırım"ın hukuki bir tanım olduğu ve 1948 öncesine
uygulanmayacağı argümanını kullanıyordu. Ona göre 1915 yılında olanlara,
hukuken "soykırım" denmezdi. Çünkü "1948'de
yapılmış bir kanunun, o tarihten önceki olaylara uygulanması hukuk
kuralı olarak mümkün değildir. Sonuçta, Uluslararası Hukuk Enstitüsü'ne
başvurdular. Aldıkları cevap çok net oldu: "Elbette ki,
"soykırım" tanımını 1948 öncesi olaylar için
kullanabilirsiniz. 1915'de yaşananlar da "soykırım" tanımına
uygundur, kullanılabilir". Buradaki mantık çok basit: Kanser
hastalığının adı bugün kondu diye, bundan 5-10 yıl önce kanserden
ölmüş adama "kanser hastasıydı" diyemeyecek miyiz?
Diyeceğiz tabi ki… Hastalığın adı sonradan kondu diye, daha öncekine
aynı ad verilmeyecek diye bir şey yok.
- Uluslararası
hukuk ilkelerine göre 'yasadan önceki suçlar geleceği bağlamaz'
gibi bir savunma söz konusu olamaz mı?
- Doğrudur.
Bu önemli ve ciddi bir argümandır. Pozitif hukukun genel kuralı
der ki: "Yasa geçmişe dönük kullanılmaz." Dolayısıyla,
1948'deki "soykırım" tanımının ve bunun getirdiği
diğer yasal düzenlemelerin, 1915'e ilişkin olarak hukuken uygulanamayacağı,
ciddi bir argüman olarak ileri sürülebilir. Fakat, bu da hukuken
tartışmalı bir konu olarak ortada durur. Bu konuda karşı argümanlar
da kuvvetlidir. Örneğin, Nuremberg Yargılamalarında, Naziler mahkeme
edildiği zamanki hukuki zemin, Yahudilerin öldürülmelerinden sonra
inşa edilmişti. Yani, geriye dönük kullanıldı hukuk kuralı. Tartışmaya
açık bir konu bu. Bana sorarsan "hukuken, Türkiye ne kadar
mesuldür veya değildir" sorusundan çok daha önemli olan,
konunun moral ve politik boyutudur. Bence konunun en kolay çözülebilecek
yanı hukuki tarafıdır.
- Tartışma
zeminlerinde; "soykırım", 'iç savaş', 'tehcir',
'isyan bastırma' sözcükleri birbiriyle çok yer değiştiriyor.
Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Bu kavramlar
birbirinden çok farklı. 'İç savaş' tezi yeni uyduruldu ve
hemen bırakıldı. İç savaş, bildiğim kadarıyla, Justin McCarthy'nin
uydurduğu bir şeydi. İşe bilimsel bir kılıf bulmak, bilimsel bir
hava vermek için yapıldı. Türk tarafı da, "bu işte bir hikmet
var" deyip hemen bu tezin üstüne atladı ve bir çok kişi
" iç savaş oldu " demeye başladı. Fakat şimdi 'iç savaş'
tezinden resmi olarak Türk tarafı da vazgeçti. Kişisel olarak
kullananlar varsa bile, bu, resmi Türk tezi değil. Türk Tarih Kurumu'nun
başkanı Yusuf Halaçoğlu, son yazdığı kitaplarda, hiç bir
biçimde iç savaş olmadığını bildirir. Haklı da. Ortada iç savaş
yok ki, "iç savaş" desin. İç savaş 2 karşıt tarafın, karşılıklı
cenk etmesi demektir, değil mi?
- Evet savaşın
tanımı öyle.
- E, şimdi kardeşim,
1 milyon Ermeni'yi, Anadolu'nun her bir tarafından alıp sürüyorsun
Suriye'ye. Ve ortada bir iç savaş var diyelim. E, be Allahın kulu,
bu savaşan Ermeniler nerede yahu?! Bir tanesi de çıksın, sizin sürdüğünüz
Ermeni konvoylarına saldırsın… Eğer iç savaş varsa, iç savaşın öteki
tarafı olan Ermeniler: "Ulan, bu Türkler bizim çocukları
sürüyorlar" diye, konvoylara saldırıp, en azından 1-2 yerde,
Ermeni sürgünleri kurtarması veya çatışma olması gerekmez mi? Bu
konuda koca Osmanlı arşivinde, "efendim, şu bölgeden geçerken
konvoya, savaştığımız Ermeniler saldırdı" diyen bir tek
belge, tek bir kelime yok. Dönemin aktörlerinden hiç birisi, olayları
aktarırken, "biz Ermenilerle iç savaş yaşıyorduk, zorluklarla
sürdük adamları savaş bölgesinden" gibi tek bir kelime,
bir tek şey söylemiyorlar. Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu
da, haklı olarak "konvoyların gittikleri hattın üzerinde
herhangi bir vak'a-i hayriye yok. Son yüzyılın en sorunsuz, en başarılı
göç olayı gerçekleşmiştir" diye yazıyor. Hakikaten de öyle.
Çünkü öldürmeler, bu konvoyların geçtiği özel yerlerde yerleştirilmiş
Teşkilat-ı Mahsusa birliklerince yapılmış. Dolayısıyla 'iç savaş'
diye bir şey yok.
- Ermenilerin
göçe zorlandıkları sırada, açlıktan ve susuzluktan öldüklerini ve
buna "soykırım" denilemeyeceği, görüşünü ileri
süren tarihçiler de var.
- Çok önemli
ve teknik bir konuya değindiniz. Uluslararası "soykırım"
tanımı "soykırım"ın olabilmesi için, kasıt faktörü olmalıdır"
der. Yani, "insanların başka bir yere sürülmesi halinde
birileri ölüyorsa, ama bu işin içinde öldürme kastı yoksa, buna
'soykırım' denilemez" diyor tanım.
- Peki kasıtı
nasıl anlayabileceğiz?
- "Benim
kastım Ermenileri öldürmektir, aslında sürmek değildir" diye
bir belge bulmak lazım.
- Var mı
öyle bir belge?
- E, hangi geri
zekâlı böyle bir belge bırakır?! Hiç kimse bırakmaz… Hitler
bile "benim kastım Yahudileri toptan imha etmektir"
diye bir belge bırakmamış. Dolayısıyla, uluslararası hukuk; "eğer
kasıtı ispat eden bir belge yoksa bile, eylem söz konusu grubun
imhasına yol açabilecek sonuçlar doğuruyorsa, kasıt unsuru tamamlanmıştır
ve bu bir 'soykırım' sayılır" der. Bizim örneğimizde öldürme
amaçlı sürgünler, 1915'in mayıs başında başlıyor ve varsayalım ki,
Türk tarafının hiç bir öldürme kastı yok. Mayıs ayı geçiyor, haziran,
temmuz geçiyor. Kasım, aralık, aylar geçiyor… Yahu, insanlar ölüyor!
Durmadan telgraflar geliyor İstanbul'a… Sonuçta İstanbul Hükümeti,
kasti olarak Ermenileri sistemli olarak öldürmeyi amaçlamıyor olsa
bile, insanların düzenli olarak öldürüldüğünden, imha edildiğinden
sürekli haberdar oluyor. Buna rağmen durdurmuyor ve devam ediyor,
1917'ye kadar iki yıl boyunca ses çıkartmıyor. Yani olay "benim
hiç istemediğim bir şey oldu" gibi değil. En önemlisi,
tek bir yerden değil, tüm Anadolu'dan sürüyorlar Ermenileri. Eskiden
sadece, "savaş bölgesindeki Ermeniler sürüldü" diye
uyduruyorlardı. Osmanlı belgelerinde çıktı ki: "Edirne'den
Ardahan'a, Muğla'dan Trabzon'a, Bolu'dan Kastamonu'ya kadar, ne
kadar Ermeni yaşıyorsa, hepsini bulundukları yerden sürün".
Ayrıca, zaten
İstanbul'da 1919-1922 arasında yapılan ittihat ve terakki yargılanmalarında,
sürgünden kastedilen şeyin imha olduğuna dair çok sayıda bilgi ve
belge ortaya çıktı. Bunlar ya bölgelere yollanan telgraflardı ya
da şahit ifadeleriydi. Bu şahitler de, ordu komutanı generaller,
bakanlar ve valilerdi. Yani Osmanlı bürokrasisinin elemanları. Bu
konuda daha fazla bilgi isterseniz, benim 'İnsan Hakları ve
Ermeni Sorunu' adlı kitabıma bakabilirsiniz.
HAZİRAN 2004
|