Emrullah GÜNEY
DÜNDEN BUGÜNE


Derin Kuyu

Mistik oyuklar bak soluyorlar
Solukları ve sayıları
Şairi de zorluyorlar
Milatta inatlaştıkta
Höyükler hopluyorlar
Gülümsüyor İsa'ya yer adları

Düşün yurdu bu oyuklar
İnsan eliyle kolaydır
Masallarla yarışırken
Çocuklar düşünlerinde
Her kutsalla ölçüştü
Gözünü sevdiğim gayret
Yer altı odalarında
Kibele taşlarından aktarımlarla

İnsan gönlüdür yedinci katlar
Sekiz-dokuz vicdan
Onuncuya inmişsen
İnsana taparsın vallah
Çingene sehpasında da olsan

Katmer katmer açılan güller
Dolangaç odalardır
Eneği kalesinde
Pembeliği kalmıştır kızıl güllerin
Azizlere dervişlere vererek
Özveri açılımlarıdır odalar
Yirmibirinci yüzyıla örnek

Bembeyazdır ipince tozdur
Melegübünün kimyası
Deneyimdir, aydınlıktır
Su ve havadır kuyularda
Nasıl güvencelenirdi oda komşuları
Bu kayalar siyah olsa

İnziva ülkesi bu yurtta
Kişiliği efsaneler yarattı
Kubabalar, Aryatesler, Dionisos
Gregorlar, Basil, Yuanis
Veya Tapduk Emre, Yunus
Tesadüfen sığınmadı Kılıçaslan
Alaaddin Ürgüp'e
Güvenli tüneller için değil
Tünel gönüllü insanlara

(Mustafa Kaya. 2001. Kapadokya-Bir sofa, Bin gizem)

Niğde'den kuzeye doğru bir yol gider. Sonra ikiye çatallanır bu gidiş. Biri başı karlı Erciyes dibindeki Kayseri'ye, öbürü bir çağa adını veren çiçeğin yarattığı Nevşehir'e ulaşır. Biz bu yolculuğumuzda bu yollardan Nevşehir'e ayrılanı seçelim ve de öylece ilerleyelim. Sağımızda yalçın sırtlı Aladağlar, solumuzda Karamelendiz Dağları; geniş bir bozkırdan geçeriz ki Budovası derler buraya; yeraltı suyundan son damlasına değin yararlanan köylerden, ekeneklerden gide gide yol alırsak Gölcük'e, sonra da Derinkuyu'ya varırız.

Derinkuyu: Budovası bozkırının ortasında gök bitimi geniş, güneşin er doğup, geç battığı belde... Bozkırda bir anıtlar kenti. Taşın türkü söylediği bezekli, süslü diyar...

Milattan önce 3000 yıllarında, yani bundan şöyle böyle 5000 yıl önceleri bile bu diyarda insanlar yaşamlarını sürdürmüş... Hayvancılık yapmışlar, koyun yetiştirmişler, toprağı sürüp tohum koymuşlar, yetişen buğdayı unufak edip ekmek eylemişler. Yine Milattan önce 1800 yıllarında Etiler egemenlikleri altına almışlar bu diyarı. Sonra Firigya Kırallığı sahip olmuş. Ama giderek Kapadokya halkı Firiglere karşı birleşerek bağımsızlıklarını elde etmişler. Derken Persler ve Büyük İskender... Sonra Hıristiyanlık... Yeni bir dinin kabulü için kararsızdır halk. Çalkantı, kargaşa... Hıristiyanlığı yayma çabalarındaki Azizler... Romanın egemenliği altındaki Kapadokya halkının bu yeni dini benimsemeye yatkın oluşu... Ve Hıristiyanlık kabul ediliyor. Hıristiyanlık dünyasının en önemli merkezidir artık Kapadokya... Roma bölününce bu topraklar Bizans'ın payına düşüyor. Sonra Arap akınları... 300 yıl süren... Kapadokya Araplar'da, Kapadokya Bizanslılar'da... Alınıyor, veriliyor... Sınırlar yay gibi...

Öte yandan dinsel bir bunalım çağının çalkantısında tedirgin halk: çünkü haç, resim yasaklanmıştır, tapınma günah sayılmaktadır. İkonoklazm çağı deniliyor bu bungun döneme: Arap akınları; Sasani akınları ve İkonoklazm bunalımından kaçanlar yer altı sığınaklarını yaratıyorlar Kapadokya'da... Adım başına bir tane... Kızılırmak'ın kuzeyinde de güneyinde de yüzlerce... Can korkusu bu ... Neler yaptırmaz ki insana. Can tatlı, tüm zorluklarına karşın şu dünya yaşanılası bir yer… Canı kolayca teslim etmek yok, can aziz.

Budovası bozkırında sere serpe, gerine gerine yatan Derinkuyu evlerinin altında bambaşka bir dünya var... Bir güneşsiz yeraltı dünyası. Yer yüzündekinin belki 25, belki 100 katı... Yerin derinliklerine doğru kat kat inen... Kayalara oyulmuş esrarengiz, gizemli bir kent... Akıl, sır ermez yapısına... Bu nasıl bir sabırdır, bu nasıl bir emek veriştir, anlatılamaz. Serin geçitlerinde, karanlık salonlarında günlük yaşam telaşı içinde insanlar ömür geçirmişler. Keçilerini, ineklerini bile yanlarına alıp indirmişler. Sütünü ayran eylemişler, buğdayı un, unu ekmek yapmışlar, Kapadokya güneşinde ballanan üzümlerin suyunu çıkarıp, şaraba dönüştürmüşler... Bu yaşam sürüp gitmiş yıllar boyu...

Peki, İnsanları yer altına sığınmaya zorlayan nedir? Niçin o güzelim güneşten, yer altının serin, soğuk, korkutan karanlığına kaçmışlardır.

Her şey varıp dayanıyor can güvenliğine... Bu yer altı dünyasını insan oğlu özgür, korkusuz, baskısız, güven içinde yaşayabilmek için yarattı... İnsan üstü emeklerle...

Kesin olarak hangi çağda yapılmış bu düzenek? Bir anda mı ortaya çıkmış? Bunu bilmek zor işte... Belki ilk kez Etiler yaşadılar buralarda. Sonra gelenler genişletip genişletip kullandılar. Arap, Sasani akınlarından kaçanlar, ikonoklazm yüzünden zulüm görüp de göç edenler, diderginler, göçgünler de sığındılar... Böylece gün gören bozkırın altında yeni bir yaşam kavgası başladı. Öyle ki bütün yer altı kentleri bir birine yer altından tünellerle bağlanmış... Düşman yer yüzünü ele geçirdiğinde, bir birine yardım edebiliyorlar... Ekmek mi tükendi? Koş yer altı geçitlerinden komşu köye, al getir... böylece işgalci düşman yukarıda, istediği kadar kuşatsın beldeyi ve de teslim olmalarını bekleyedursun... Çağlar boyunca kullandıkça genişletilmiş, nüfus arttıkça, ailelerin kişi sayısı çoğaldıkça hem yana, hem dibe doğru yeni odalar, salonlar, katlar eklenmiş kayaların içinde... Yer darlığı diye bir sorun da yok... Genişle genişleyebildiğince... Bütün gereksinim yerleri yapılmış. Şarap yapım yerleri, mutfaklar... Hatta bir konferans salonu bile var... Üç sütunlu... Sonradan getirilip de yerleştirilmiş sütunlar değil. Kayadan oyularak sütun biçimi verilmiş. Altıncı kattaki bu konferans salonunun yonca yaprağı biçiminde olduğuna bakarak Etilerin kullandığı da söyleniyor. Çünkü yonca yaprağı Etilerin sembolüymüş... Bu katta bir Roma mezarı da bulunmuş. Burada bir nikâh kıyılan yer ve günah çıkarma geçidi de var. Günahı olduğuna inananlar bu geçitten yürür ve arınır, temizlenirlermiş. Ama yer altı şehrinin en ilginç yerleri ne günah çıkarma geçidi, ne de işkence odalarıdır. En ilginç yerleri kuyulardır. Bunların kimisi yeryüzüne açılıyor, kimininse yeryüzüyle bağlantısı yok. Kimisinde çıkrık izleri bile tap taze duruyor. Kuyunun tabanı ile yeryüzündeki ağzı arasındaki uzaklık 85 metre ayrıca hava delikleriyle yer altı kentinin havasız kalmaması sağlanmış. Aynı zamanda bir kaçış deliği olarak da kullanılmış bu hava bacaları... Düşman ele geçirende, kaçış yerleri dikkate değer. Ama bu yer altı kalesini ele geçirmek öylesine zor ki; daracık geçitlerden silahlı askerlerin ilerlemesi, serbestçe hareketi olanaksız. İlerlese bile her 25-30 metrede bir koca koca sürgü kapılar, kalelerin demir kapılarından daha sağlam, daha güven verici... Geçidi kapatan bu sürgü kapıların yuvaları var. Öte yana bir takoz kondu mu, yer altı kentinin insanı artık güvenlik içindedir. Düşman yer yüzünde egemenliğini sürdüre dursun, yer altı kentinin insanı günlük yaşamını yürütür korkusuzca...

1963 yılında bulunup 1965 yılında ziyarete açılan yer altı kenti için "Dünyanın Sekizinci Harikası" deniliyor... Her yıl on binlerce gezginin hayranlık ve şaşkınlıkla, ilgiyle ziyaret ettiği bu akıllara durgunluk verecek kadar garip yer altı dünyasında 20 bin ailenin yaşadığı hesaplanıyor. Kişi olarak düşünülecek olursa 100 bin - 120 bin insan çağlar boyu bu yer altı kentinde ömür sürmüş demektir...

1830'larda bu yöreyi gezip incelemiş olan Fransız gezgin, arkeolog Prof. Charles Texier şöyle anlatıyor: "Melehübü köyündeki kuyu çok eski çağlarda yapılmış olması bakımından dikkat çekicidir. Ki bu, şimdiki yoksul halkın yapabileceği bir iş değildir. Bu kuyunun şekli 4 köşe ve her köşe 3 metre ve derinliği de 66 metredir. Bakır ya da ağaçtan yapılmış su kaplarını bir dolapla indirirler. Dolabın ipi hayvan derisinden yani sırımdandır. Kuyunun çevresine taştan oyulmuş tekneler koyulmuştur. Bunların oluk gibi su akacak yeri vardır. Her aile böyle bir yalağa sahiptir. Yoksullar sularını bu yalaktan alırlar. Bu kuyunun aslını keşif olanağı bulamadık. Üzerinde hiçbir yazı yoktur." (1924. Küçük Asya. Çeviri: Ali Suat, İstanbul).

1924 yılına değin Derinkuyu halkının önemli bir kesimi Hıristiyan'dır. Bunların yaptırdığı kiliseler de birer sanat şaheseri olarak sapsağlam ayaktadır... Kesmetaştan yüksek yapılar... Kapıyı çevreleyen taşlara kabartma olarak yapılmış, salkım salkım üzümler, ele alınıp kütür kütür yenilecek kadar canlı... Bu kiliselerden biri cami, öbürü değirmendir bugün... Cami olanda tavan süslemeleri, resimler olduğu gibi, bozulmadan duruyor... Bu, Türk'ün o benzersiz hoşgörüsünü, sanat sevgisini, güzelliğe aşkını belirtmez mi?

Hakkı Atamulu... Budovası bozkırında sıradan bir kasabayı anıtlarla süsleyip de adını yurtdışında bile ünlü eden kişi. Dünün Melegübü Köyü bu gün anıtları ile tanınan ünlü Derinkuyu'dur. Yalnız yer altı kenti, kiliseleri ile değil pek çok anıtları ile de haklı bir ün kazanmıştır beldemiz... Bunların bir tekine bile sahip olamayan pek çok büyük kent vardır yurdumuzda ve dünyada... Ve bu yüzden Derinkuyu'ya; Bozkırda anıtlar kenti adı da verilmiştir. Bütün bunların da yaratıcısı Hakkı Atamulu'dur. O bir bozkır çocuğudur. Derinkuyu daha Melegübü iken doğmuştur 1912'de. İngiltere'lerde Almanya'larda okuyup heykel sanatında önde gelenlerden biri, yontunç olmuştur.. Taşa can vermiş, kayaları yontup Eti Aslanları benzeri yüce anıtlar yaratmıştır... Yurdumuzda pek çok görkemli anıt onun yaratıcı ellerinden çıkmıştır... Ama en fazla kendi diyarına, kendi kasabasına eser bırakmıştır O... Bir kültürpark yapmış ki benzeri belki Avrupalarda yoktur... Her bir avuç toprağı işlenmiş... Plan, program üzre yaratılmış... Taa uzaklardan bile görülen dev bir anıt. Gazi Mustafa Kemal Atatürk... Mareşal giysileri içinde, elinde dürbünüyle güneylere, gök bitimi geniş bozkıra bakmaktadır. Yalnız Türkiye'nin değil Ortadoğu'nun da en büyük anıtıdır bu. Çünkü yüksekliği 14 metre 75 cm. Ayrıca pek çok "abstre/soyut" denilen türden, modern yapıtlar... Bir bakışta anlamı çıkarılamayan, ama boşu boşuna dikilmemiş pek çok yapıt... Yeşillikler içinde, havuz kıyısında, yollar boyunca sıralanmışlar... Kültürpark bozkırın yeşertilebileceğine en güzel örnek... Girenin çıkmak istemediği, düşüncelerine dalıp gidebileceği bir huzur parkı burası... Ol ulu sanatçının evi de başlı başına bir müze. Dış görünüşü ile sıradan bir köy evi... Ama içinde yapıt yaratmanın verdiği coşkunluk, o ahenkli şiir var... "Sanat toplum içindir. Onun için Derinkuyu'dayım." diyor büyük usta. "Türk heykel sanatı bizim kuşağın elindedir. Bu kuşaktan kurtulduğu an gerekli ilerlemeyi ve gelişmeyi gösterecektir". Benden sonra tufan demiyor... Bizim kuşak göçüp gidince Türk heykeli geriler de demiyor. Bencil değil taşa can veren sanatçımız. Büyük ünü, onu bir halk adamı olmaktan çıkarmamış, değiştirmemiş... Bütün isteği halkının mutluluğu, halkını okumuş, yazmış, sanat değerinden anlar görmek... Kişisel değil, genel…

Derinkuyu... Dün "zor geçim" ya da "değirmen taşı ocağı" anlamında Melegübü idi. Bugün yer altı kenti, kiliseleri, görenin aklından çıkaramayacağı, gözlerinden silemeyeceği ilginçlikte anıtlarıyla artık sıradan bir bozkır kasabası değil... Dünyanın sekizinci harikasını dibinde saklayan belde... Derinkuyu: Bozkırda bir anıtlar kenti...

(27 Temmuz 1974 günü yazılmış bu yazıya Mustafa Kaya'nın şiiri eklenmiştir. EG)

Ağustos-Eylül 2012


Yazarın önceki yazıları: