Ayşenil Suadiyeli ATAOĞUL
Ayın Konuğu


Melisa, oğlu ve torununa destek için Erivan'dan geldi


Sovyetler Birliği'nin dağılması, eski Sovyet vatandaşlarının deyimiyle 'reform'dan sonra geçim güçlüğüne düşen birçok yeni cumhuriyet vatandaşı çalışmak için akın akın Türkiye'ye sökün etti. Bunların çoğu yüksek öğrenim görmüş, kendi alanlarında iş deneyimine sahip insanlar. Ancak çaresizlikten neredeyse her türlü işi yapmaya hazırlar. Çoğu kadın olan bu insanların yaşam şartları çok çetin. Kazandıkları her kuruşu biriktirip evlerine yollamak zorunda oldukları için hayat standartları çok düşük. En ucuz kiralık evlerde en az 5-6 kişi bir arada yaşıyorlar. Çoğu yatılı olarak ev işlerinde çalışıyor; dolayısıyla kendilerinden neredeyse 24 saat hizmet bekleniyor. Kaçmasınlar diye ellerinden pasaportları alınıyor. Bu arada içlerinde kısa yoldan çok para sahibi olmak isteyenlerin seçtikleri kazanç yolları değişik olabiliyor. Bu durumda onlar gibi çalışmayanlara da aynı gözle bakılabiliyor, olmadık sıfatlar yakıştırılabiliyor. Velhasıl işleri zor ülkemizdeki bu eski Sovyet vatandaşlarının. Bu yaz onlardan birini çok yakından tanıma fırsatını elde ettim. Tanıştığımız ilk günden itibaren beni çok şaşırttı Melisa. Kendi kendine mükemmel Türkçe öğrenmiş. Boş zamanlarında klasik müzik dinleyerek Türkçe bulmaca çözüyor, eline ne geçerse okuyor. Son derece kültürlü, aydın, Türkiye'mizi birçok Türk'ten çok daha iyi tanıyor. Nefis yemekler yapıyor, arı gibi çalışıyor. Bütün derdi bir an önce borçlarını ödeyebilmek. Erivan'da bıraktığı, hasretlerinden yanıp tutuştuğu iki oğlu ve torununa biraz destek olabilmek. İşte Melisa'nın ve ülkemizde çalışıp çabalayarak ailelerine, yakınlarına destek olan binlerce "eski Sovyet" vatandaşının öyküsü...

- Ben Ermeniyim, Ermenistanlıyım ama atalarım Karslıdır. Erivan'ın 200 Km kuzeyindeki bir kasaba olan Stefanova'da doğdum. Liseyi bitirinceye kadar orada yaşadım. Daha sonra üniversite eğitimi için Erivan'a gittim, okul bittikten sonra da orada kaldım.

- Ne okudun?
- Kimya mühendisiyim. 30 yıl aynı şirkette laboratuvar şefi olarak çalıştım. Reformdan sonra işsiz kaldım. Maddi durumum gittikçe kötüleşti. O yüzden mecbur kaldım ve Türkiye'ye geldim.

- Neden işsiz kaldın? İş yeri mi kapandı?
- Evet, çalıştığım fabrika kapandı. Zaten çoğu iş yeri kapandı o günlerde.

- Peki size tazminat falan verilmedi mi?
- Hayır hiçbir şey verilmedi, kapandı gitti. Herkes kendi başının çaresine bakmak zorunda bırakıldı.

- Emeklilik yok muydu?
- Var ama, olmasa da olur, onunla yaşamana imkân yok.

- Ne kadar?
- Ayda yaklaşık 30 Amerikan doları falan eder.

- Peki sonra?
- Sonra... Ne yapacaktım? Mecburen Türkiye'ye geldim. Şimdi neden Türkiye diye soracaksın.

- Neden?
- Çünkü gitmesi en ucuz, en kolay yer olduğu için. Başka bir devlete gitmek için daha fazla para lazımdı, o da bende yoktu; mecburen Türkiye'ye geldim. Doğrusu çok korkarak; bütün yolu ağlayarak geldim. Geldikten sonra, sokağa çıkıyorum, bakıyorum, korkuyorum. Baktım ki bizimkilerden varmış, hem de çok varmış. Ben 5 sene evvel geldim. Bizimkilerle doluydu her yan. Baktım onlar hiç korkmuyorlar, ben de korkmamaya başladım. Korkacak hiçbir şey yokmuş.

- Neden korkuyordun?
- Çünkü hep geçmiş, okuduklarım aklıma geliyordu. Böyle oldu, şöyle oldu... Aklımda hep soykırımı vardı, Türk milletini düşman millet diye düşünüyorduk. Bu bizim kanımızda var.

- Bu durumda nasıl geldin? Bu kadar kötü biliyorsan, insanın deli olması lazım?
- Tabi ben deliydim zaten. Yani çok mecburdum. Hasta annem vardı, üniversitede okuyan oğlum vardı, benim onu okutacak param yoktu. Eskiden okullar bedavaydı, reformdan sonra paralı oldu. Ben de okuttum, okuttum sonuna geldim; artık param kalmadı. Annem çok hastaydı, ne yapacaksın? Ne olursa olsun bakayım dedim ve geldim.

- Peki nasıl iş buldun?
- Benden birkaç sene önce kız kardeşim gelmişti buraya, o yardımcı oldu. Ben Ermenistan'dayken hep onu düşünüyor korkuyordum, ama o rahat olduğunu söylüyordu. Neyse, kendisi bir yerde çalışıyordu, bana da iş buldu.

- Nasıl bir iş? Kimyagerlik bulamadın herhalde.
- Hayır, tabi ki bulamadım. Çok zor oldu. Şimdi de zor. Hâlâ zor; bu durumu hazmedemiyorum. Benim iki lisansım var, iki diplomam var, bu kadar okudum...

- Bir de hemşireliğin var...
- Onu saymıyorum bile. Çünkü benim için, hatta bütün Ermeniler için bu bir eğitim sayılmaz. Biz hemşire kolejini eğitimden saymayız, üniversite olması gerek bizim için. Üç dil biliyorum; Türkçe, Ermenice, Rusça... Üç de diplomam var ama, bak ne iş yapıyorum... Hastalara, yaşlılara bakıyorum, ev işleri yapıyorum... Üstelik buna hiç alışkın değilim. Sovyet zamanında evde hizmetçilik yapmak falan, böyle bir şey yoktu. Doğduğumuzdan beri, biz bilmiyorduk ne demek bu. Bütün evin işini kendimiz hep beraber yapardık. Zenginler de, fakirler de aynısı. Aslında fakir hiç yoktu, ama yine de bir fark vardı... Ama kimsenin hizmetçisi yoktu. Buraya geldik bunu yapıyoruz, mecbur kalıyoruz, robot gibi, getir götür, yap, yapma...

- Türkiye'de böyle senin gibi Ermenistanlı kaç Ermeni var? Çoğu İstanbul'da değil mi?
- Evet çoğu İstanbul'da, başka bir yerde pek çok yok.

- Sayıları?
- Bildiğim kadarıyla 35 bine kadar varıyorlar.

- Bunların çoğu kadın mı?
- Evet büyük çoğunluğu kadın, ama erkekler de var.

- Erkekler ne iş yapıyorlar?
- Fabrikalarda çalışıyorlar; araba yıkama yerleri var, oralarda çalışıyorlar.

- Sen nerede oturuyorsun?
- Kumkapı'da, arkadaşlarla küçük bir ev tuttuk. Ev sahibimiz Kürt. Yani doğulu, o da bizim oralardan.

- Oldukça ilginç. Kaç kişisiniz?
- 6 kadın bir evi paylaşıyoruz. Biraz sıkışık ama olsun, hafta içi çalışıyoruz zaten.

- Hafta sonları?
- Hafta sonları aslında çok eğlenceli olur, hepimiz bir araya toplanırız. Yemekler yaparız, votkamızı, şarabımızı açıp, masanın başına geçer dertleşiriz, birbirimize destek oluruz. Hafta içinde başımızdan geçenleri anlatırız, güler, söyler, eğleniriz, bazen de hasretlikten ağlaşırız.

- Ülkenizle bağlarınız kopmuş değil anladığım kadarıyla.
- Yok hayır, cep telefonları sağ olsun. Bir de biz burada Ermenistan'dan gelen bir sürü şeyi buluyoruz. İlaç, değişik yiyecekler, hatta sigaramız bile var. Gidenler getiriyor, burada satıyorlar.

- 35 bin kişi olduğuna göre iyi bir pazar doğrusu. Peki buraya geldin, gördün, sence Türkler için söylenenler doğru mu?
- Yok değil. Şunu söylemek isterim, ben eskiden de böyle düşünürdüm, buraya gelince kendi gözlerimle gördüm ki kötü millet yok, kötü insanlar var. Şimdi ben bakıyorum ki, Allah Allah bu millet çok iyi bir millet, çok Türk arkadaşlarım var, onları çok seviyorum, onlar da beni çok seviyorlar, yani ben bu milletten hiçbir kötülük görmedim. Artık Türk milleti için başka bir yerden bakıyorum. Yani artık düşman olarak düşünmüyorum. Ama savaş sırasında birçok şeyler olmuş, onlara olmamış diyemeyiz. Ancak bu, Türk milletinin suçu değil, ben bu beş sene içinde hep analiz yapmaktayım; insanları tanıyorum, ilişkilerim oluyor, daha derin köklere gidiyorum ve görüyorum. Diyorum ki olmuş bir şey, çünkü benim dedelerim Karslı, gördükleri ve yaşadıkları şeyleri anlatıyorlardı ama, bunda bütün milletin suçu yok.

- Bir de Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin Ruslara destek vermeleri konusu var...
- Biliyorum, ama bütün Ermeniler bunu yapmadı ki. Mesela bir çocuk bir hata yapınca bütün aileyi cezalandırmaya gerek var mı, haksızlık değil mi bu? 1.5 milyon insanı kesip öldürmek kolay bir şey değil ki, bu ne demek, ben anlamış değilim.

- Sayılarla oynanabiliyor.
- Evet burada sayı daha az söyleniyor. Bu normal, çünkü kabul edilmek istenmiyor, onlar suçlanıyorlar çünkü.

- Peki ama benim babamın bile henüz doğmamış olduğu bir tarihte gerçekleştiği iddia edilen olaylardan beni suçlamaları da haksızlık değil mi? (Az önce senin verdiğin örnek gibi).
- Evet doğru, ama biz Türk milletini suçlamıyoruz ki. Aslında her şey tüm dünyada olduğu gibi politikacıların oyunları, onların ortalığı karıştırması... Şimdi biz bir de küçük millet olarak kaldık...

-Ermenistan'ın nüfusu ne kadar?
- Üç milyondu Sovyet zamanı. Ama şimdi ne kadar kaldı bilemiyorum, herkes kaçıp gidiyor.

-Neden?
- Para yok, iş yok, ekonomi berbat.

- Yani Sovyet zamanı daha mı iyiydi diyorsun?
- Evet çok daha iyiydi.

- Ne gibi farklar var?
- Bir kere işsizlik yoktu, tedavi bedava, okumak bedava, hatta üniversitede okurken bir de maaş alıyorduk; sonra evler de bedavaydı...

- Nasıl yani?
- Bir işe girdiğinde, sıraya giriyordun ve çok kısa zamanda sana bedava ev veriyorlardı,

- Evler çok küçük diyorlardı...
- Olsun ama, ev evdir. Sonra o kadar da küçük değildi, nüfusa göre veriyorlardı çünkü.

- Gelecek endişeniz yoktu,
- Nasıl?

- Yani ileride ne olacak endişesi.
- Hayır, hiç ama hiç yoktu. Sonra bir şeyi beğenmezsen bir yerlere gidip şikâyet edebilirdin. Şu anda böyle bir şey yok. Bir kargaşa ve düzensizlik, hiç anlamıyorum. Yokluk, açlık, sefalet, çaresizlik...

- Sen daha ne kadar İstanbul'da kalmayı düşünüyorsun?
- Bilemiyorum, benim problemlerim var, maddi problemlerim; onlar bitene kadar kalacağım.

- Peki Türkiye'yi seviyor musun?
- Çok seviyorum, hele İstanbul çok güzel bir şehir. Çok sevdim ben burayı, biraz kalabalık ama çok güzel.

- Sen rahmetli Hrant Dink'i tanıdığını söylemiştin, nerede tanıştın kendisiyle?
- Burada tanıştık, ortak bir arkadaşımız vardı, o tanıştırdı bizi. Gazeteye (Agos) gidip gelirdim. Ben kimyacıyım ama, edebiyattan da uzak bir kimse değilim. O beni çok çekti, burada öyle bir Ermeni görmek beni çok sevindirdi. Ben buradaki Ermenileri hiç tanımıyordum, onları bilmiyordum, tanıdığım ilk buralı Ermeniydi. Çok yardım severdi, biz ondan yardım istemedik tabi ama sohbet ediyorduk sık sık. Başına gelen felakete çok üzüldük tabi.

- Bizler de öyle, hâlâ inanamıyoruz. Peki buradaki Ermeniler, yani Türkiye'de doğup büyüyen Ermenilerle nasıl anlaşıyorsunuz? Onlar sizi biraz küçümsüyor mu? Bana öyle geliyor, var mı öyle bir şey?
- Yok. Ben görmedim, ama olabilir de. Dediğim gibi iyi insan var, kötü insan var, ama biz kardeş gibiyiz.

- Sizin bir derneğiniz var mı?
- Maalesef hiçbir şeyimiz yok. İşte biz, kuzenim, kardeşim ve bazı arkadaşlarım Hrant'a gittik dedik, "bizim buraya bu kadar insanımız, kadınlarımız geliyor, mümkün değil mi bir dernek açalım, ona sahip çıkalım, herkese faydamız dokunsun. Sahipsizlik var, o yüzden de hırsızlık var. Namussuzluk var, oysa sahiplenme olsa biraz toparlanırız, birbirimize daha rahat ve örgütlü bir biçimde yardımcı oluruz." "Ne yazık ki bu mümkün değil" dedi. Nedenini sorduğumuzda, "bunu bana sormayın, lütfen" dedi, "siz benim bunu düşünmediğimi mi sanıyorsunuz? Düşündüm, hem de çok düşündüm, ama mümkün değil, olmayacak bir şey."

- Peki cenazesine katılabildin mi?
- Maalesef katılamadım. Bir hastam vardı, onu bırakamadım, ama televizyondan ağlayarak izledim.

- Çok yazık oldu...
- Gerçekten çok yazık oldu, çünkü böyle insanlar ancak yüzyılda bir gelir dünyaya.

- İki oğlun olduğunu söylemiştin. Onlar ne iş yapıyorlar?
- İkisi de Ermenistan'da. Büyük oğlum da benim gibi Kimya Mühendisi, ama şu anda işsiz. Küçük, diş doktoru, o idare ediyor.

- Kendi muayenehanesi mi var, yoksa başkasının yanında mı çalışıyor?
- Başkasının yanında çalışıyor. Ama belki ben zamanla muayenehane açmasına yardım edebilirim.

- Sana iyi şanslar Melisa. Gazetemiz aracılığıyla okuyucularımıza söylemek istediğin bir şeyler var mı?
- Kardeş olalım. Ben zaten çok Türk tanıdım ve hepsini kardeş gibi hissediyorum. Demek istediğim şu, biz sizden şikâyetçi değiliz, kinimiz yok. Asırlarca beraber kardeş gibi yaşamışız, şimdi de öyle olmalıyız. Aslında öyleyiz de. Ben burada kime Ermeniyim dedimse, memnun olduklarını gördüm, "Aaa... benim de çok Ermeni arkadaşım var, seni tanıştıralım" ya da "Ne güzel, biz Ermenileri çok severiz" dediler.

- Keşke ABD, Fransa gibi ülkelerde yaşayan Ermeniler de senin benim gibi düşünseler...
- İnsanların başlarından çok şey geçmiş tabi, kolay değil ama, kin tutmak da iyi değil. Neyse, ne yapalım hayat zor işte.

- Haklısın. Teşekkürler Melisa!


Eylül 2007

Yazarın Önceki Yazıları:
İsmail Cem İpekçi: "Kültürünüzü yitirmeyin ama, yaşadığınız topluma da karışın!"