|
Eğitmen Rıza Emmi
1967
yılının Eylülü... Kızılırmak boylarını geziyordum.
Bitirme tezimi hazırlayıp fakültede sunacağım, başarılı olursam,
mezun olacağım 1968'de.
Kızılırmak'a kuzeyden katılan bir çayın kıyısında yorgunluktan uyuyakalmışım.
Çakılların üstünde, suların çağıltısı ninni gibi gelmiş anlaşılan.
Birden, güneş karardı. Bir gölgenin üzerime doğru eğildiğini gördüm.
"Kalk!" dedi. "Kalk, yatma böyle, güneş ney çarpar,"…
Sesinde bir endişe, bir kaygı, sevecenlik...
Üstümü başımı çırptım, fotoğraf makinemi, içinde haritalarımın,
not defterimin olduğu çantamı aldım. Elimden tutup kaldırdı, beni
uyandıran köylü.
"Uyuyakalmışım" dedim.
"Belli, yorulmuşsun. Aç mısın?"
Yanıt vermedim, anladı.
Nevşehir'den Gülşehir'e minibüsle gelip sonra yürümüştüm. Yorgundum,
açtım.
Tok acıkmam sanırmış.
Gülşehir'de fırından taze ekmek, peynir alabilirdim. Gerek görmemişim
demek ki.
Yürüdük köye doğru. Yamaçta evler görülüyordu.
"Kimsin, nesin, ne yapıyorsun buralarda böyle yayan yapıldak,
boydak?"
Anlattım.
"Nerelisin?"
"Göreliyim,"
"Aman, dur bi bakayım. Yoksa Gezici Başmuallim'in oğlu musun,
benziyorsun da."
Ben onaylayınca durdu, kucakladı. Saman kokusu, tütün kokusu, Anadolu
kokusu.
Baktım, gözlerinde yaş... Kendi adını söyledi. Birden anımsadım.
"Benim eğitmenim var. Adı Rıza. Git onu bul, sana yardım eder,"
demişti babam dün.
Bunu anlattım.
"Allahın işine bak. Tesadüfün bu kadarı..."
Eve geldik. Kızılırmak boyları alaf alaf yanıyorken ev serindi.
Alt katta bir odaya girdik.
Sedir kilimlerle kaplıydı. Ve bir köy evine göre yadırgı bir durum:
Bel vermiş raflarıyla koca bir kitaplık... Tıklım tıklım dolu...
Dergiler, gazeteler de özenle üst üste biriktirilmiş.
"Köşele, köşele şöyle! İraatına bak!"
Hemen duyulmuş olmalı ki haber, komşulardan gelenler oldu.
Babamı anımsadılar.
"Süvari derlerdi ona. Göreli Başmuallim Şükrü Bey... Namı vardı."
Bir köylü de gözleri ışıldayarak anlattı.
"Komşu köyde Enver eğitmen var. Arapsun kaymakamı ağır sözler
söylemiş, küfretmiş. Bunu haber alınca dalmış hökümet gonağına baban.
Bağırmış kaymakama, sen benim eğitmenime nasıl hakaret edersin diye.
Sonra Niğde valisine haber vermişler, o kaymakama işden el çektirdilerdi."
"Yaaa, işde böyle... Ayağında cizme, elinde kırbaç... Köyden
köye gezerdi. Eğitmenlere kitap, ilaç dağıtırdı. Alaman-Urus savaşı
zamanı. Bit, pire gırar geçirirdi ortalığı. Şükrü bey taa Niğde'den
ilaç getirirmiş, anlatırlardı."
Onüç, ondört yaşlarında güzel bir kız çocuğu, gözleri parlayarak
hemen tahta kona üzerine kalaylı bakır siniyi yerleştirdi. Taze
yufkaları koydu önümüze. Çorba, kuru fasulye, yoğurt... Güzel bir
yemek yedik hep birlikte... Bıraksalar uyuyacağım. Yolcu yolunda
gerek. Sağolsunlar, beni uğurladılar. Babama selam söylememi sıkı
sıkı tembihlediler.
Ayrıldım köyden, düştüm yine Kızılırmak koyağına...
………………………………………………….
"Ne lan bu, On liraya kitap mı olur?"
"Emmi sen bizi gandırıyon gibi geliyor. Bu kitap sahaflarda
iki lira ancak."
"Köylü aklınla bizim sırtımızdan para kazanacaksın ha!"
"Yav arkadaşlar, dikkat edin. Bu amca polis de olabilir."
"Bunlar değerli kitaplar. Piyasada yok. Alsak iyi olur yav."
Talas'ta, Erciyes Üniversitesi'nin önünde durakta bekliyorum. Yıl
2004.
Öğrenciler, öğretim elemanları, hastalar, muayeneye gelenler. Arı
kovanı gibi işliyor kapılar.
Konuşmalara kulak verdim.
Yere serilmiş kitaplar taa 1940'lardan, 50'lerden kalma, günümüzde
bulunmayan kitaplar…
Kitapların başında duran yaşlı adamla gözgöze geldik.
Bana kuşkulu kuşkulu baktı.
Ben nerden tanıyorum bu yüzü ?
Film geriye sardı. Taa 1967 Eylülüne gittim. Kızılırmak boylarına.
Evet o… Eğitmen Rıza Bey… Köylülerin dediğince Rıza Ağa…
Birden gözlerime yaş doldu, anlamıştım.
Demek, kitaplarını satıyordu. Böylece para kazanacaktı.
Utandırmak istemedim o anda...
Saygısızca konuşan bir öğrenciye yaklaştım, yavaşça söyledim.
"Lütfen dikkatli konuş. Bu kişi bir eğitmen."
"Eğitmenmiş, bana ne yav? Ben menfaatimi düşünürüm. Yüksek
fiyat istiyor."
"Eğitmen nedir, biliyor musun?"
"Bilsem ne olacak? Eğitmenin devri geçmiş. Artık öğretmen var."
"Belki senin babanı da bir eğitmen yetiştirmiştir."
"Hadi arkadaşlaaar, alacaksanız alın, derse geç kalıyoruz !.."
Hiç kitap almadan ayrıldılar oradan… Kaba saba el kol şakalarıyla
yürüyüp gittiler…
Bunlar geleceğin öğretmenleriydi. Anladığım kadarıyla tarih, edebiyat,
sosyoloji…
Eğitmen Rıza Bey, bana dikkatli dikkatli bakıyordu.
"Yiğenim, ben seni bir yerden tanıyorum amma, nerden? Gocadık
gayri…"
Gülümsedim. Kolunu tuttum.
"Ben sizin evde bir yemek yemiştim. İkramınızı unutmadım. Göreli…"
Der demez, daha sözümü bitirmeden bir hamleyle kucakladı beni. Aynı
1967'deki gibi.
Sırtıma tapışladı. Kitaplara baktı. "Anlıyorsun, değil mi?"
dedi… "Emekliliğimiz olmadı. Eksik hizmat itmişiz de…"
Gülümsemeye çalıştı. Gözlerindeki yaşı göstermek istemedi. Erciyes'e
doğru baktı. Ağarmış sakalının telleri titriyordu. Fötr şapkasını
çıkardı, mendille başının terini sildi.
"Sergide toplam 10 kitap var. Toplayalım, gidiyoruz,"
dedim.
"Nereye yiğenim?"
"Kayseri'ye dönelim. Bir kebapçıya oturup yemek yiyelim."
"Valla bu kitapları satmazsam, gelin beni eve almaz."
"Ben alıyorum hepsini. Güzel kitaplar. Piyasada olmadığı gibi,
sahaflarda da bulunmaz bunlar."
…………..
Kitapları topladım. Üniversite'nin PTT Şubesine gidip, Diyarbakır
adresime gönderdim. 2 gün sonra orada olacaktım nasıl olsa. Ona
göstermeden kaç lira olduğunu, ederinin üzerinde bir parayı cebine
koydum.
Eğitmen Rıza emmi ile eski günleri anarak bir İskender Kebabı yedik…
Kebap güzeldi ama, anılar buruktu.
Bir eğitmenin kitaplığını satmak zorunda kalması daha da buruktu…
Haziran 2013
Yazarın önceki
yazıları:
Kanadalı Emekliler
Derin Kuyu
|