|
İnsanlığın
‘Uzun Koşu’sunda yılmaz bir yazın eri: Osman Bolulu
ÖMER
F. ÖZEN
Yazarımız
Osman Bolulu, bu yıl 50. Sanat Yılı’nı kutluyor. Ankara’da
yayınlanan yetkin bir Aylık Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi Damar,
Mart 2002 sayısını doğrudan Osman Bolulu’ya ayırdı; otuz
dört sayfada, Bolulu’yu şiirleriyle, denemeleriyle, yazınsal
olduğu kadar, eylemsel boyutta da irdeledi, değerlendirdi. Yazınsal
olsun, eylemsel olsun, Bolulu’nun devinimleri, hep toplumunun
yanında olmak, kavgaya onun adına atılmak; kendisinden öncekilerin
ona verdiklerini, edindiklerini yinelemeye düşmeden bir potada eritip
işleyerek, kendisinden sonrakilere aktarmak, hep gözden kaçırılanı
ortaya koymak, ince bir duyarlılıkla ötekini sarsmak; tüm bunları
yaparken insan unsurunu hiçbir zaman gözardı etmemek olarak tanımlanabilir.
Amasya’nın
Taşova ilçesine bağlı Tekke köyünde Ağustos 1929 yılında doğan Osman
Bolulu, 16 yıl medrese öğrenimi görmüş, muska yazmadığı, Cumhuriyete
karşı olmadığı için adı “gâvur İmama” çıkmış bir İsmail
babayla, “İşten alçak, itten alçak.” diyen bir Hatice
ananın dördüncü oğludur.
İlkokula
okuryazar olarak başlayan Osman Bolulu, köyündeki ilkokulu
bitirdikten sonra, Samsun Lâdik Akpınar Köy Enstitüsü’nü 1947, Ankara
Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nü 1954, Türkiye ve Ortadoğu
Amme İdaresi Enstitüsü’nü 1964 yılında bitirdi. İlkokul öğretmenliği,
orta dereceli okullarda öğretmenlik, yöneticilik yaptıktan sonra,
Milli Eğitim Bakanlığı Müşavir Müfettişiyken, 12 Eylül Darbesi gelince
emekliye ayrıldı. Siyasal görüşü nedeniyle birçok kez işinden alındı,
Danıştay kararıyla görevine döndü; görevinde insan unsurunu gözardı
etmediği için sayısını unuttuğu ihtarlar, tehditler de aldı.
Osman
Bolulu, bu arada yazınsal ürünler de verdi. Bunlardan bazıları;
şiir: Dalların Ucundaki (1955), Bileşim Çizgisi (1963), Yurtboyu
Sevişmek (1992-94), Taşın İyisi (1992-94), Uzun Koşu (1994-95),
Güle Yolculuk (1994-95); deneme: Antilaikliğin Önlenemeyen Yükselişi
(1994), Belleksiz Toplum (1995), Korkacaksan Kitapsızlardan Kork
(1998), İnsan İnsana Eklene Eklene (1998-2001); öykü: Yağmur Sonrası
(1998-2001); anı-anlatı: İnsanlığın Solmaz Gülleri (2000); masal:
Devlet Kuşu (1978); inceleme: Türkiye’de Mahalli İdarelerin Eğitim
Öğretimle İlgisi (1965) gibi yapıtları içerir.
Çeşitli
şiir ve deneme ödülleri de alan Osman Bolulu’nun bir şiiri
Fransızca’ya, beş şiiri de Danimarkaca’ya çevrildi. Bolulu yurtta
olduğu gibi, yurtdışında da yazınsal etkinliklerini sürdürüyor.
Şiirleri
gibi düz yazılarında da bir özsudan damıtılmış duru Türkçeyle iletisini
veren Bolulu’nun en büyük kavgalarından biridir Türkçe. Çünkü
dil bir iletişim aracıdır ve onu en iyi biçimde kullanıp, ötekine
açık bir söylemle göndermelidir iletisini. Kavga Türkçe olunca,
olanla yetinmeyip, bu şiirsel dilin incelikleri arasında boğuşup
durur ve kullanımda olmayan Türkçe sözcükleri de yerli yerince serpiştirir
yazılarına, şiirlerine. Ve bu, hep ulusaldan evrensele doğrudur:
“Beynimdeki kimlik / Seninle düşündüğüm ilk / elimden, ayağımdan
yüce organım / evrensele uzanan yanım / Türkçe”.
Öfkesi
yok mudur? Sevgi insanlıksa, devinimi de onun için değil midir?
Taşın İyisi’nde dile gelir bu:
“Taş
gediğinde ağır.” demişler
Ben anlamam.
Taşın
kötüsüne
Basıp geçilir.
Orta
hallisi
Duvara yarar.
Atınca
taşın iyisini
Devireceksin
Herifin birisini.
Yılgınlık
değildir hiçbir zaman yakınıları; değerleri ters yüz edenlere ayna
tutar:
“Artık
vazgeçtim, bir baltaya sap olmaktan
Baltaların sapı kıvrılmış sapılmaktan”
“Düşüncelerimi
insanlıktan
devşirdim.”
Çocuklar,
çocuklar...
Çocuklar
özgür büyümelidir, çocuklara yalan söylenmemelidir, çocuklara iletiler
doğru verilmelidir. Ve ileti, sevecen, devingen, dirençlidir:
“Ne
kadar namlu varsa
Kurşunlarını sökeceğim
Kalem yapacağım çocuklar
KARDEŞLİK yazacaksınız
Sıcak somun kadar
Tetik
çekilmeyecek kinle
Acunu bir kırmızı şeftali gibi
Bölüşeceğiz sizinle”
Ve...
Ve yaşam bir ‘Uzun Koşu’dur:
“Ne
iyi
kabuk ve durağanlık
ikirciklendirmez kimseyi
Üretmek, yaratmak sancısı
içimizin en büyük acısı
Zaman
uçkunlarda çakmak çakmak
Yarını sağamamak yok mu
vurup duruyor mızrağını
Günlerim seğirtken
Çalkantıdayım
yetişemediğimden
Geleceği
döllleme mutu
açkısını okyanuslarda unuttu
Zamanın ucunda yaprak mıyım
günümde düşüp kalacak mıyım
Ağacın
otun ömrü kadarsa
dardır bu dünya dar
Ertelemek gizli ölüm
İşte bundan yüğrüklüğüm”
... İşte bu bağlamda söyleştik Osman Bolulu’yla:
Çıkmış
olduğunuz ‘uzun koşu’yu, biraz açar mısınız? Bu koşu kişiden kişiye,
toplumdan topluma değişir mi? Değerlerini nasıl ayırt edeceğiz?
Osman Bolulu: Her yaşam, bir uzun koşudur: Ancak onu sürdürenin
kafa çapına göredir genişliği; uzunluğu öznesinin sabrı, dayanıklılığı,
direnciyle oranlı; verisi koşucunun işinin gereklerini bilip bilmemesi
ve işini kotarmanın yol yöntemini doğru ve yerinde uygulama becerisiyle
boldur, yararlıdır ya da kısırdır, yararsızdır. Herkes özdekselinde
ya da düşüncelerinde, düşlerinde bir koşuya çıkmıştır: Aklını kullananı,
eleştirel düşüneni; nerede, kiminle olduğunu, konum ve koşullarını
ve engellerini bilir; ona göre tavır ve tutum takınarak edime geçer;
aşamalar kat eder. Var olanın dışını merak etmeyen, hazır bulduğu
- yararlı yararsız olsun - değerlerin kulvarında, bir yöne salınmış
su gibi akıp gider yakınısız. Koşusunu sürdürdüğü ömrün, kendisine
ne için verildiğini bilmez. Bir de tarihin ağır / bilisiz işçileri
vardır: Toplumun alt katmanlarında, ya kendi işlerinde ya da bir
işyerinde, yaşamlarını sürdürebilmek için üretirler dururlar. Onlardır
yaşamın tabanını doyuran, yediren. Toplumun alt dokusundaki damarının
kanı. Ta başından beri tarihi taşırlar sırtlarında. Ne öneme alınmadıklarından,
ne yaşamlarının bir uzun koşu olduğundan haberleri vardır: Ekmek
kavgası demişlerdir edimlerine. Bunların kimisi, bu dünyayı geçici
saymış, ötekisine adanmıştır, din tacirlerinin aracıdır.
Kişiden
kişiye, toplumdan topluma farklıdır; uzun koşunun biçimi, yöntemi:
Bir toplumda sosyal adalet kurulmuş, herkese asgari yaşama olanağı
yaratılmış, esenlik payı ayrılmış ise; oradaki bireyler bütünü oluşturan
birer estrümandır. Onların değişik biçem ve yönlü uzun koşularıyla
bir genel yaşam orkestrası oluşturulmuştur. Onların değişik kulvarlardaki
koşuları, genel yaşamı renklendirir, varsıllaştırır.
 |
Benim
uzun koşumun yönünü yöntemini ülkemin özgül koşulları, sorunları;
daha çok geldiğim toplumsal katmanın bendeki sızısı belirlemiştir:
Ben kimim, gücüm yeteneğim ne, karşımda kimler var, engellerim ne?
Neyi, niçin, nasıl, kim için yapmalıyım onun sorumluluğuna koşulmuşum.
Tek birey olarak yaşamın özel tadını sağamadım: Yaşadığım, bir sorumluluk
ve toplumunun yanına koşulma. Yazdığım da o. İçinde biraz ben varsam;
kökenimi, ulusal ve evrensel insanlık değerlerini ıskalamayarak
yaşama bakan, ona göre tavır alıp edime geçen kişidir. Düzeni oturmuş,
insanlık değerlerini yaşamına uygulamış bir ülkede olsaydım; yaşamı
başka yönleriyle sağmanın, sütünü emmenin zevkini yaşardım. Fakat
bundan gocunmuyorum: Yaşadığım çağ, ülkemin koşullarının bana ödev
olarak verdiklerini yapmak düşmüş payıma. Ham insan olarak geldiğim
dünyadan, gayrıyı boşlamış bir asalak olarak gitmekten utandığım
için çıkmışım bir uzun koşuya. İnsan olmak, başkasının da sizin
kadar hakkı ve payı bulunduğunu bilmekle başlar. Abartı mı olur,
ama diyeceğim ki, benimki insanlığın uzun koşusu, zahmetli de olsa...
‘ABD
yöneticisinin çağdaşı değilim’
Çağından
sorumlu olmak nedir, sizce?
Osman Bolulu: Bu çağın bütünüyle çağdaş değilim: Çünkü çağdaş’ın
ilk anlamı, aynı çağda yaşayan. Bu çağda yaşayanların kimisiyle
ülküdeş, evrendeş olmaktan hoşlanmıyorum doğrusu. Çağcılım, zamanımın
yeniliklerini benimsiyor, ona göre davranıyorum. Bakmayın bu dönemde
yaşadığıma: Bütün çağları yaşıyor; insanlığın geçirdiği acıların
sızısını, kazanımlarını erincini duyumsuyorum. Bu beyin, salt benim
değil, acısı sevinciyle tarihin arşivi. Şimdi, ‘bilgi çağı’ diyerek,
bütün insanlığın ürettiği bilgiyi kendi çıkarına kullanıp, ötekisini
araç yapanla nasıl çağdaş olabilirim? İnsanı iş kulu olarak kullanıma
(köleliğe) son vermek, öteki sanatsal, ekinsel etkinliklerine olanak
yaratmak için üretilen teknoloji, bir tarafın sultasına kullanılıyor,
ökesini araç / nesne durumuna düşürmüş ise, onu, çıkarına kullananla
çağdaşlığı kabul edebilir miyim?... Ekonomi yaşamın olanaklarını
sağmak, insanlık yararına işletmek içindir. Ekonomik olanaklar belli
devletlerin, belli kesimlerin adına işliyorsa, onlarla çağdaşlığı
kabul etmek ayıp! ABD, merkez bankası, 1000 doları, 0.35 dolara
mal ediyor. Nedir bunun açık anlamı? Elindeki 999.65 dolar için
emek vermemiş, dünyadan sağmış onu. Sonra onun gücüyle insanlığı
dövüyor, kendi çıkarına tek biçimli, tek düşünüşlü, ABD’ye bağımlı
sürü dünyası yaratmaya çalışıyor. ABD yöneticisinin de çağdaşı değilim.
Sorumluluğu;
kişinin kendi eylemleri ya da kendi yetki alanına giren bir olayın
sonuçlarını üstlenmesi olarak tanımladığımızda; çağımızdaki açmazları,
tersine gidişi, insana yönelik kıyımı ben yaratmadım ki, niçin çağımdan
sorumlu olayım diye düşünebilirim, kafam, anlayışım yalın kat ise.
O ki, insanlığın şimdiye kadar oluşturduğu değerlerden yararlanıyor,
onun kazanımlarından kolaylık alıyorum. Öyleyse, benden öncekilere
borçlu, dolayısıyla benden sonrakilere, insanlık değerlerini taşımak,
hatta katkılamakla yükümlüyüm. Yaşadığımız çağdaki olumsuzluklar,
kişinin tek başına aşamayacağı çap ve büyüklükte olabilir. Gücüm
yetmez ki deyip sinme hakkım yoktur. Geçmişten gelen olumlu birikimlerden
aldığım payın borçlusuyum, namuslu bir insan olarak, ne olursa olsun,
borcumu ödemek zorundayım. Uygar insan için çağından sorumluluk,
bir zorunluluktur. Şunu da düşünmek zorundayız: Geçmişten bugüne
gelen insani değerler, hangi engelleri, nasıl aştı? Ne kadar kıyıma
uğradı? Ne kadar zulüm gördü? Pes etseydi; biz onun birikimlerinin
meyvesini yiyebilir miydik?... Zorlanacakmışız, baskı yapacaklarmış,
yadırganacakmışız, özdeksel payımız kısıtlanacakmış!... Olsun! “Mutluluk,
düşünce yoksullarınındır,” diye bir söz vardır. Düşünce
yoksulu değilim, düşüncelerimi, tek başıma ben yaratmadım; insanlıktan
devşirdim. Onun ırağına kaçabilir miyim? İnsanlığın acısını çekmek,
insanın mutluluğuna koşulmak, zor mu zor bir iştir. Ama gerçek insanlık
için, kaçınılmaz bir görevdir. Özdeksel mutluluğu yaşayamazsınız
belki, ama hiç olmazsa, insan olarak ölmenin erdemiyle göçersiniz
bu dünyadan. Ot gibi yaşamadığınız, tarihin görünmez sayfalarında
bir yere yazılır, ola ki...
Birçok
meslekte kişiler, almış oldukları eğitim ve öğretimle, o meslekte
başarılı oluyor, insanoğlunu daha iyi bir düzende yaşatabilmek için
uğraş veriyorlar. Ama bir anlamda insan dediğimiz varlığı işlemek
demek olan öğretmenlik, sadece bir meslek midir? Yoksa öğretmenlik
bir kişilik midir? Soruyu daha açık sormak gerekirse; öğretmenlik
kurumunun her aşamasında görev yapmış birisi olarak söyler misiniz,
öğretmenlik sadece birkaç yıl eğitim almakla öğrenilebilen bir meslek
midir, yoksa daha öncesi var mıdır?
Osman Bolulu: Öğretmenlik sıradan bir iş olmadığı için, onun
kendine özgü bir eğitimi vardır. Bundan ötürü öğretmenliği meslek
olarak değerlendirirler. Ancak meslek sözcüğü de, öğretmenliğin
işlevini tanılamaya yetmez. Çünkü meslek bir kimsenin yaşamını sürdürmek,
geçimini sağlamak için yaptığı iştir. O zaman, yaşamı sürdürmek,
geçimini sağlamak için -zoraki de olsa- katlanılan bir işe dönüşür
öğretmenlik. Öğretmenlik özveridir. Belirgin özelliği, tinsel /
tutumsal nitelikler gerektiren kişiliktir. Toplumsal yaşamın, dünden
getirdiği birikimleri göz ardı etmeyerek, yarına verimli biçimde
ulaşmasını sağlayacak edimlere koşulmak, onun uğraşını vermektir.
Öğrenciyi, anasından sonra, yeniden doğurma, onun ham varlığını
yoğurarak insanlaştırma sanatıdır. Sanat yeteneksiz olmaz, birkaç
yıllık öğrenimle kazanılamaz. Öğrenimle ancak zenaat edinilebilir.
Zenaat maddi işlere özgü. İnsandan yeniden insan yaratmaya yetmez.
Doğuştan
yapısı, kafası öğretmenliğe yatkın olmayanlar, zenaatkâr öğretmen
olarak kalır, kimileri ise mesleğini yürütürken, onun içinde kendisi
de evrilir, dönüşür, gerçek öğretmenliğe ulaşır. Kendime bakıyor,
meslek içinde, öğrenciyle birlikte öğrenerek piştiğimi, yanılgılarımdan
çıkardığım deneyimlerle geliştiğimi görüyor, ama acemilik yıllarımdaki
yetersizliğime hayıflanıyorum.
Gelecek sayı: Beyninizin çapı, dilinizin
çapı kadardır.»
Nisan
2002
|