Ayşenil Suadiyeli ATAOĞUL
Ayın Konuğu

 

Mahçupyan: "Hrant'ın ölümünü hâlâ kabullenebilmiş değilim."


Değerli okuyucularımız, bu sayımızda, konferanslara katılmak üzere Toronto ve Montreal'e gelen gazeteci - yazar Etyen Mahçupyan konuk oldu köşemize. Robert Kolej'den sonra, Boğaziçi Üniversitesi Kimya Mühendisliği'ni bitiren ve aynı üniversitede işletme yüksek lisansı yapan Mahçupyan, Radikal, Yeni Binyıl, Zaman gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. Kendisi halen Agos Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmenliği'ni yürütmektedir. Türkiye politikası üzerine de birçok kitabı olan konuğumuzla yaptığımız söyleşiyi ilginç bulacağınızı umuyoruz. A.S.A


- Halen gazeteciyim, Agos Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmenliğini yapıyorum. Zaman Gazetesi'nin İngilizcesi olan Today's Zaman'da yazıyorum. Taraf Gazetesi'nde de yazıyorum. Aynı zamanda da TESEV (Türkiye Ekonomik Sosyal Etüdler Vakfı)'nın Demokratikleşme Programı Yöneticisiyim.

- Agos Gazetesi'nin başına nasıl geçtiniz? Rahmetli Hrant Dink'le politik görüşleriniz uyuşuyor mu?
- Kendisiyle son 5 yıldır epeyce yakın olduk. Politik görüşlerimiz arasında pek fark olduğunu düşünmüyorum. Hemen hemen her konuya aynı bakıyorduk; özellikle son yıllara doğru giderek daha da o hale geldi. Agos'a geçişime gelince; gazete çalışanları onun vefatının ertesi günü, benden kısa bir görüşme talep et-tiler ve bundan sonrasında benim orada olmamı istediler bir anlamda. Benim için de bu bir tercih meselesi değildi zaten. Yani onlar istedikten sonra benim 'hayır' demem mümkün değildi.

- Neden?
- Çünkü bir kere Hrant çok yakın bir arkadaşımdı. Agos'un ne olduğunu biliyorum. Oraya gelinceye kadar neler yapıldığını, bu işi yapacak benden başka birisinin olmadığını da biliyorum. Dolayısıyla onlar da istedikten sonra, bunun bir tercih meselesi olmadığını hissettim o anda. Hiç düşünmedim yani.

- Bir misyon devraldınız...
- Yani misyon derken, tabi ki her gazete bir misyondur. Ortalıkta bir gazete varsa, onun bir duruşu, bir bakışı olacaktır. Bu duruş ve bakışı zaten paylaşıyorum ben. Dolayısıyla bir başkasının misyonunu devralmış gibi de hissetmedim. Yapılacak bir iş var orada, benden başka yapacak birisi de gözükmüyor. Diğer çalışanlar da benim yapmamı istiyor. Dolayısıyla çok da fazla bir tercih şansım yoktu.

- Hrant Dink'in öldürülmesi sizi nasıl etkiledi, kişisel olarak ve bir Ermeni olarak?
- Bir Ermeni olmaktan çok daha önemli olan kişisel tarafıydı. Çünkü benim son dönemde en yakın olduğum insandı, ailece görüştüğümüz bir insandı, siyaset dışı birçok ortak yönümün olduğu bir insandı, birbirimizden çok haz alıyorduk. Dolayısıyla onun gidişini kabullenemedim ben. Hâlâ da kabullenmiş değilim. Onunla ilgili olarak konuşmayı pek beceremiyorum hâlâ. Sanki o ölmemiş gibi davranmayı tercih ediyorum çoğu zaman. Ermeni olarak dediğiniz zaman; tabi şöyle bir şey var, daha mesafeli bir bakış olacak bu cevap, çünkü o zaman genelde Ermeniler nasıl birini kaybettiler diye bakıyorum ben. Çünkü ben çok cemaatin içinde olan biri değilim. Benim için o bireysel ilişki, onun Ermeni olmasından çok daha önemliydi. Ama cemaate baktığım zaman, Hrant'ın hakikaten yeri doldurulamayacak bir işlevi vardı. Çünkü Agos son yıllarda cemaatin politik sesi olmayı becerebilmiş olan bir gazeteydi ve bunu çok dengeli bir biçimde yapıyordu. Kendiliğinden bir temsil yeteneği kazanmıştı. Bu Hrant'ın sayesinde oluyordu. Şimdi onun olmaması bir bakıma biraz kolu kanadı kırık bir hale getirdi cemaati.

- Agos gazetesinde kaç kişi çalışıyor?
- Kabaca 20 kişi çalışıyor.

- Ücretli tabi değil mi?
- Tabi.

- Ücretleri nereden karşılanır?
- Gazetenin gelirinden. Herhangi bir dış finansımız yok; tamamen gazetenin satışıyla ve ilanlarla besleniyor. Şu anda 4500 satıyoruz, bunun bir kısmı abone, bir kısmı da piyasa satışı şeklinde. Haftalık bir gazeteyiz.

- Hrant Dink bayağı tehdit alıyormuş, siz de tehdit alıyor musunuz?
- Bu her zaman, zaman zaman olan bir şey. Yani bu işi üstlenmeden önce de tehdit alıyordum. Şöyle söyleyeyim; bu işi üstlendiğim için daha fazla tehdit alıyor değilim. Aynı miktarda tehdit hâlâ oluyor. Ama bu tehditlerin bir konjonktürü vardır; iniş çıkışı olur ki, bu da Türkiye'nin genel konjonktürüne bağlantılıdır. Bazı dönemler bambaşka meseleler gündemde oluyor, o zaman hiç tehdit almıyorsunuz. Sonra birden bire, Ermeni kimliği v.s. konuları alevleniyor, o zaman birden bire durup dururken bir sürü tehdit almaya başlıyorsunuz. Dolayısıyla, aslında sizin ne yaptığınızla bağlantılı değil. Türkiye'nin genel konjonktürü nereye gidiyorsa o belirleyici oluyor bu tehditlerde.

- Peki bunlara karşı ne yapıyorsunuz?
- Tabi bunlar avukata veriliyor, avukat emniyete bildiriyor, gerekli müracaatı yapıyor, çoğundan hiçbir şey çıkmıyor; bunları takip etmek, yakalamak, o kadar kolay değil. Bunlar faksla ve 'mail'le gelen tehditler oluyor çoğu zaman ve de anonim bir biçimde; ya da sahte imzalarla geliyor. Dolayısıyla çok da fazla bir yere gittiğini söyleyemeyiz.

- Böyle yaşamak çok sıkıntılı bir şey herhalde. Ne yapıyorsunuz, nasıl baş ediyorsunuz bu can sıkıcı durumla?
- Uzaktan bakıldığı zaman; bir kere irrasyonel bir yaşam tercihiymiş gibi gözüküyor ama, öte yandan kendiniz gibi bir sürü insan var. Bir kere onları görüyorsunuz, onlara karşı da bir sorumluluğunuz var. Dolayısıyla da bu işe devam etmenin doğru olduğuna dair bir ahlaki tercihiniz var. Öte yandan pratik hayatta da düşünmemeyi öğreniyorsunuz. Normalleştiriyorsunuz ve bir zaman sonra, bu tehditlerin niçin olduğunu anlamaya dönük bir çaba sarfedip, niçin olduğunu anladıkça, olmasının size yarattığı tehdidi azımsamaya başlıyorsunuz. Bu bir uyum mekanizması.

- Uyum sağladım diyorsunuz yani?
- Evet, tabi orada bu kadar uzun senedir yazdığım için ben zaten epeyce uyum sağlamış durumdayım.

- Biz yurtdışında, özellikle Kuzey Amerika'da yaşayan Türkler buraya gelince kendimizi ister istemez Ermeni konularının içinde bulduk. Hepimizin Türkiye'de Ermeni arkadaşlarımız vardır, diğer arkadaşlarımızdan farkları yoktur. Oysa buraya gelince Ermeni sorunuyla tanıştık. Bildiğiniz gibi bazı yasalar çıktı, huzursuzluklar yaşanıyor. Bizlere bu konularda nasıl davranmamızla ilgili olarak önerileriniz olabilir mi? Yurtdışında yaşayan bizler bu işe çok üzülüyor, yoruluyor, sorumlu tutulmaktan, suçlanmaktan sıkılıyoruz ve bunu sürekli sırtımızda taşıyoruz, bize ne yapmamızı tavsiye edersiniz?
- Tabi, şimdi şöyle bir şey var; eğer şu andaki yaşayan Türkler bir şeyle suçlanacaksa, bu tabi ki olayların kendisinden suçlanma olamaz. Şu anda yaşayan bizlerin bir tek sorumluluğu var: Konuşmak. Eğer konuşmaktan kaçınıyorsak ve birileri de bizi suçluyorsa haklıdır, diye düşünüyorum ben. Hangi konu olursa olsun; bu konuları konuşabiliyor olmak lazım. Daha açık yüreklilikle merak ediyor ve bunlara mesafe alarak bakabiliyor olmak lazım. Bu işlerin suçlusu, zanlısı, mağduru gibi değil de, bu işlerin bir tanığıymış gibi bakmak lazım. Yani arkamızda ortak bir tarih var, o ortak tarihi anlama çabası bu. Anladığınız zaman zaten çok basit olarak şunu görüyorsunuz; tarihte hiçbir şekilde herhangi bir toplumu, devleti, milleti, cemaati tek kelime ile kategorize etmeniz mümkün değil. Her taraf tamamen heterojen. Dolayısıyla her türlü cemaatin içinde, her türlü insan mevcut. O zaman da, onun iyisini kötüsünü ayırt etmeyi öğrenmeye başlıyorsunuz. İşte o zaman değişik aktörlerin niçin böyle olayları yaptıklarını, nasıl yaşandığını filan karşılıklı olarak, daha fazla anlamak mümkün ve de o zaman da bir yakınlaşma kurmak mümkün. Türkiye'nin meselesi aslında bence konuşamamak. Şu anda da, Türkiye'nin sadece bir Ermeni meselesi yok; Kürt meselesi var, Alevi meselesi var, bir başörtüsü meselesi var, genelde bir sivil-asker meselesi var. İşte bütün bunları konuşmayı bilmiyor Türkiye. Yurtdışında yaşayan insanlar ne yapmalı diyorsunuz? Eğer Türkiye'yi daha çok konuşmaya davet edebilirseniz, o en hayırlı iş olur. O noktadan sonra önemli olan ne konuştuğunuz değil. Sırf konuşuyor olmanın bir değeri var. Çünkü sırf konuşuyor olabilmek demek, farklı seslerin duyulması demek. Bu da insanların ufkunun açılması demek. Herkes kendi fikrine aykırı sesler duydukça ve bunu medeni bir ortama davet edilerek yaşadıkça kendiliğinden zaten daha fazla düşünmeye belki başlayacağız. Daha sağlıklı bir pozisyon alma şansımız olacak tarih karşısında, öteki karşısında. Çünkü şu anda bunun epeyce sağlıksız olduğunu düşünüyorum ben.

- Bir de Kürt meselesi var dediniz, Kuzey Irak da var tabi...
- Kürt meselesi tabi 200 yıllık bir mesele. Türkiye bu meseleyi yok saydı. Sadece meseleyi değil, Kürtlerin kendisini yok saydı. Çok açık olarak söylemek gerekirse, bu çok akıllıca bir davranış değildi. Bir noktadan sonra da maalesef şiddetin hakim olduğu bir ortamda tekrar kabul etmek durumunda kaldı Kürt meselesini ve Kürtlerin varlığını. Bu da PKK'nin eline maalesef hakketmediği bir güç verdi bence. PKK epeyce otoriter zihniyetli, entelektüel seviyesi çok düşük olan bir teşkilat, barış yoluyla siyasallaşmaktan korkan bir örgüt. Dolayısıyla çatışmayı devam ettirmek isteyen, bundan nemalanan bir örgüt. Çatışma sayesinde iç hiyerarşik yapısını koruyan bir örgüt. Şimdi böyle bir örgüt nasıl bu kadar sene ayakta kaldı derseniz, aslında hemen hemen bütün kabahat TC devletinindir bence. Çünkü Kürtlerden farklı bir muhatap üretemedi. Kürt toplumunu çoğullaştıran bir biçimde bakamadı onlara. Oraya gerçek yatırımlar götürmekte çok çok gecikti. Değişik zamanlarda, kasıtlı olarak bu yatırımları oraya götürmedi. Değişik hükümetler böyle davrandılar ve bütün bunlar, Kürtleri bir köşeye sıkıştırdı. O noktadan sonra da, bugünkü dengelere gelindi. Bugün tabi ki bir de Kuzey Irak meselesi var. Dolayısıyla Kürtler şimdi daha fazla özgüvenlerini de yakalamış olarak tarih sahnesindeler. Kürt meselesi giderek uluslararası bir mesele olmaya doğru gidiyor. Yani Türkiye kendi kontrolü altındaki bir meseleyi çözmek bir yana, yok saydığı için şimdi uluslararası bir meseleyle karşı karşıya kalmış durumda. Ama bunun neresinden dönerseniz kârdır. Yani Türkiye ne kadar önce, kendisinden beklenilenden daha büyük bir adım atarak, bunu becerebilirse; mesela Kuzey Irak'taki hükümeti muhatap alabilirse, o zaman PKK'yi de zaman içinde ortadan kaldırabilir. Şimdi gelinen denge şöyle bir denge: Hem Kuzey Irak'ta Kürt devleti olmasın, hem de PKK yok olsun demek artık çok zor. İkisinden birini tercih etmek zorunda kalacaksınız. PKK'nin ortadan kalkmasının asgari koşullarından birisi, Kuzey Irak'taki Kürtlerle belirli bir ilişkiyi kurmak. Bu da sadece var olan ilişkinin aslında siyasi anlamda yeniden tanımlanması demek. Çünkü şu anda oradaki yatırımların büyük bir kısmını zaten Türk şirketleri yapıyor. Oradaki sermayenin büyük kısmı Türkiye'den gidiyor, mallar oradan gidiyor, Türkiye'de ve Kuzey Irak'ta bir sürü insan zaten karşılıklı olarak çalışıyor. Ee... şimdi bütün bunlara, mesela eğer bir üniversitelerarası işbirliğini ekleyebilirseniz, sanatçı köprüleri kurabilirseniz, yani bir süre sonra bunun siyasi bir tarafını kurmanızın da büyük bir ihtimalle mahzuru olmaz. Tabi Türkiye burada çok avantajlı, onu da söylemek lazım. Kuzey Irak özerkliği olan herhangi bir Kürt devleti Türkiye sayesinde dünyaya açılacak, Türkiye sayesinde Avrupa'yla ilişki kuracak. Yine Türkiye sayesinde küresel dünyanın bir parçası olacak. Dolayısıyla da Türkiye'nin korkacak bir şeyi olmadığı gibi, bölgedeki gücünü ve prestijini artıracak, böylece bölgeye istikrar getirecek olan bir fırsata kavuşmuş olacak ve bize ayak bağı olan eski ideolojik takıntılardan bir an önce kurtulmakta yarar var diye düşünüyorum.

SÜRECEK

Ocak 2008


Yazarın Önceki Yazıları:
"Benim planlamacıya ihtiyacım yok demeyin!"
"Çok paranız olması önemli değil, elinizdekini akıllıca değerlendirin!"
Rum Kıbrıs, Kuzey Kıbrıs yurttaşlarına pasaport veriyor
Melisa, oğlu ve torununa destek için Erivan'dan geldi
İsmail Cem İpekçi: "Kültürünüzü yitirmeyin ama, yaşadığınız topluma da karışın!"